KeFaLeT Forum
Ünlü Bilim Adamları-Bölüm2- Thumb_747516328
KeFaLeT Forum
Ünlü Bilim Adamları-Bölüm2- Thumb_747516328
KeFaLeT Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


Oyun,Program,Dizi,Eğlence,Film,Haber Vs.
 
AnasayfaKapıLatest imagesKayıt OlGiriş yap
Hızlı Kayıt | KeFaLeT Forum

 

 Ünlü Bilim Adamları-Bölüm2-

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
KeFaLeT
KeFaLeT-Patron
KeFaLeT-Patron
KeFaLeT


<b>Mesaj Sayısı</b> Mesaj Sayısı : 135
<b>Yaş</b> Yaş : 44
<b>Nerden</b> Nerden : İstanbulL
<b>Kayıt tarihi</b> Kayıt tarihi : 27/02/10

Değerlendirme
Kullanıcı Güc:
Ünlü Bilim Adamları-Bölüm2- Left_bar_bleue50/50Ünlü Bilim Adamları-Bölüm2- Empty_bar_bleue  (50/50)

Ünlü Bilim Adamları-Bölüm2- Empty
MesajKonu: Ünlü Bilim Adamları-Bölüm2-   Ünlü Bilim Adamları-Bölüm2- EmptyPaz Mart 07, 2010 9:59 am

Sir Joseph John Thomson

Joseph John Thomson 18 aralık 1856'da Manchester
varoşlarından Cheetham Hill'de doğdu. 1870'de Owens College ve 1876'da
Trinity College, Cambridge' e burslu olarak girdi. 1880'de Trinity
College'e akademi üyesi seçildi .Hayatı boyuncada akademi üyesi olarak
kaldı. Daha sonra Lord Rayleigh'ın yerine Cambridge'e deneysel fizik
profesörü oldu. 1884-1918 yılları arasında Cambridge ve Royal
Institution'ın onursal profesörlüğüyle onurlandırıldı. Thomson'un ilk
inceleme konusu ona 1884'de Adams ödülünü kazandıran, Treatise on the
Motion of Vortex Rings adlı yapıtında bahsettiği, atomun yapısı
üzerineydi. Onun, Application of Dynamics to Physics and Chemistry ve
Notes on Recent Researches in Electricity and Magnetism adlı yapıtları,
1886 ve 1892 yıllarında yayımlandı. Bu son çalışması James Clerk
Maxwell'in ünlü Treatise adlı yayımından sonra Maxwell'in üçüncü cildi
olarak anılır. Ayrıca Thomson, Profesör J. H. Poynting 'le dört ciltlik
Properties of Matter adlı ders kitabında işbirliği yaptı. Ve 1885
yılında Elements of the Mathematical Theory of Electricity and Magnetism
'i yayımladı. Thomson, 1896 yılında Princeton Universite' sine son
çalışmalarını özetleyen dört konferans vermek için gitti. Bu
konferanslar daha sonra Discharge of Electricity through Gases (1897)
ismiyle yayımlandı. Amerika'dan dönüşünde hayatının en görkemli
çalışmasını gerçekleştirdi. Bu çalışma 30 şubat 1897'de Royal
Institution 'daki konferansında açıklayacağı, elektronun keşfiyle
sonuçlanan Cathode ışıması idi. Onun 1903 'de yayımlanan Conduction of
Electricity through Gases adlı kitabı, Rayleigh tarafından Thomson'un
Cavendish Laboratuvarı' ndaki çalışmalarının bir gözden geçirmesi olarak
nitelendirilmiştir. Bu yayımın daha sonraki basımını kardeşiyle
birlikte iki cilt olarak 1928 ve 1933 yıllarında yayımladı. Thomson,
1904 yılında Yale Universite 'sinde elektrik üzerine altı konferans
vermek için geri döndü. Bu konferanslar atomun yapısı üzerine bazı
önerilerde bulunuyordu. Thomson, faklı atom ve molekülleri ayrıştırmak
için bir yöntem geliştirdi. Bu yöntem daha sonra Aston, Dempster ve
diğerleri tarafından birçok izotop'un bulunmasına yol açtı. Yukarıda
bahsedilenler dışında, The Structure of Light (1907), The Corpuscular
Theory of Matter (1907), Rays of Positive Electricity (1913), The
Electron in Chemistry (1923) and his autobiography, Recollections and
Reflections (1936), adlı yayımlarıda bulunmaktadır. 1884 yılında Royal
Society üyeliğine seçildi. Ve 1916-1920 yılları arasında başkanlığını
yaptı. 1894-1902 yıllarında Royal ve Hughes Madalyalarını, 1914 yılında
Copley Madalyasını aldı. 1902'de Hodgkins Madalyası (Smithsonian
Institute, Washington) ;1923'de Franklin Madalyası ve Scott Madalyası
(Philadelphia), 1927'de Mascart Madalyası (Paris), 1931'de Dalton
Madalyası (Manchester),ve 1938'de Faraday Madalyası (Institute of Civil
Engineers) aldı. British Association 'nın 1909'da başkanlığını yaptı. Ve
Oxford, Dublin, London, Victoria, Columbia, Cambridge, Durham,
Birmingham, Göttingen, Leeds, Oslo, Sorbonne, Edinburgh, Reading,
Princeton, Glasgow, Johns Hopkins, Aberdeen, Athens, Cracow ve
Philadelphia Universite'lerinden doktora diploması aldı. 1890'da Rose
Elisabeth ile evlendi. Bir oğulları oldu. 30 Ağustos 1940 yılında öldü



---------------------------------------------------------------------------------


Niels Bohr


Atomun yapısı üzerindeki çalışmaları ve atomların saçtığı ışın
araştırmaları ile tanınır.
Babası fizyoloji profesörü olan Bohr, 18 yaşında Kopenhag
Üniversitesi’nde fizik tahsiline başladı. İyi bir futbolcuydu. Daha iyi
bir oyuncu küçük kardeşi 1908 yılının dünya ikincisi Danimarka olimpiyat
takımında yer aldı.

26 yaşında doktorasını da tamamlayan Bohr, ileri eğitim bursuyla
Cambridge’e gönderildi. Burada elektron kuramcısı J.J. Thomson ile ve
daha sonra Manchester’de onun öğrencisi ve yine atom kuramcısı
Rudherford ile çalıştı. 27 yaşında beş oğlu olduğu söylenen bir evlilik
yaptı. 31 yaşında, fizik profesörü atandığı Kopenhag Üniversitesi’ne
döndü.

Rudherford, çekirdekli atom kavramını; yani merkezinde ağır çekirdek
bulunan çevresinde daha hafif, bulutsu elektronların dolaştığı bir atom
modelini ortaya atmıştı. Atomların nasıl enerji verdiklerini bu model ve
Planck’ın on yıl kadar önce yayınladığı kuantum kuramı ile açıklıyordu.
Elektronlar gittikçe daralan yörüngeler çizerek çekirdek etrafında
dönüyor ve bu hareketleri enerji oluşturuyorlardı. Bohr, daralan yörünge
ve sonuçta çekirdek üzerine düşen elektronların varolduğunu kabul
etmiyordu.

Atom modeli için daha inandırıcı bir biçim ararken Balmer’in hidrojen
tayfı formülü onu, hidrojen atomunu daha yakından incelemeye yöneltti.
Hidrojen atomu Lorentz’in belirlediği salınımdayken elektromanyetik
ışınım yapmıyordu. Aslında Maxwell’in yasaları temel alındığında, böyle
bir ışınım yapması gerekiyordu. Maxwell’e göre, kapalı bir yörüngede
kaldıkları sürece ışınım olmayacağı görüşündeydi. Bu çelişkinin nedeni,
elektronun sadece bir tanecik kabul edilmesinden ileri geliyordu.
Nitekim De Broglie, elektronun yalnız tanecik değil, dalga boyu
özellikli de olduğunu gösterince çelişki giderildi. Schrödinger de
elektronun çekirdek etrafında dönmediği, yalnızca çevrede durağan bir
dalga oluşturduğu görüşüyle, ileri sürülenleri doğruluyordu.

Bohr,”Elektron,yörüngesini değiştirip çekirdeğe yaklaşınca, ışıma olur”
diyordu. Fakat, ışın soğuran atomda da elektron çekirdekten daha uzak
bir yörüngeye giriyordu. Bu nedenle, elektromanyetik ışınım, bu
parçacıkların salınım veya hızlanmalarından değil; enerji düzeylerindeki
değişmelerden ileri gelmeliydi. Bu düşünce, atom dünyasının insanın
yaşadığı dünyaya benzemediğini gösteriyor, her geçen gün atomun yapısını
sağduyu ile açıklamak güçleşiyordu.

Sağduyu, örneğin gezegenlerin yörünge değiştirmediklerini söylüyordu.
Elektron da, öyle herhangi bir yörüngeye giremezdi. Ayrıca, her yörünge
değişmez bir enerji karşılığı idi. Eğer elektron bir yörüngeden diğerine
geçiyorsa,saldığı veya soğurduğu enerji sabit olmalıydı. Bu miktar,
kuantumların tümü demekti.Böylece, Planck’ın kuantum kuramı,
elektronların atom içinde durum değiştirmeleri olarak yorumlanıyordu.

Hatta Bohr, hidrojen tayfındaki çizgilere karşılık olan enerji
yörüngelerini seçebiliyordu.Bununla, bir elktronu bir yörüngeden,
çekirdekten daha uzak bir yörüngeye aktaracak miktardaki enerji
kuantasının soğurulduğunu gösteriyordu. Özellikle, ilk kez Balmer’in
dikkatleri çektiği hidrojen tayfındaki düzgünlük de
açıklanabiliyordu.Elektronların belli enerjilerini hesaplayabilmek için
Bohr, Planck’ın sabitesini 2*3,14 ile bölerek kullanıyordu.

Bütün bunlara karşılık, tayf çizgilerinin ince ayrıntılarını açıklamak
için Bohr’un kullandığı model yetersiz derecede karmaşıktı. Yörüngelerin
yalnız dairesel olduklarını varsayıyor; fakat bu, Summerfield’in beyzi
yörüngeler varsayıldığında durumun ne olacağı araştırmasını
başlatıyordu. Sonuçta, değişik yörüngelerin kabul edilmesi zorunluluğu
ortaya çıktı. Yapılması gerekli düzeltmeler bir yana; Bohr’un modeli
atom tayfındaki çizgilerin ilk başarılı açıklaması oldu veya tayf
çözümlemeleri ile atomların iç yapıları öğrenildi. Fakat yaşlı kuşağın
tamamı, bu gelişmeleri benimsemiyordu. Rayleigh, Zeeman ve Thomson kuşku
içindeydiler. Ancak, Bohr’un her zaman minnettar kaldığı Jeans, ondan
yana çıkıyordu. Aslında Thomson’un karşı çıkmaları nedeniyle, Bohr ondan
ayrılmış ve Rutherford ile çalışmayı yeğlemişti.

Kuşkusuz sonuçta Bohr ezici bir başarı sağladı ve 1922 yılı Nobel Fizik
Ödülü’nü aldı. Bunu izleyen yıllarda, ikisi de Nobel Fizik Ödülü alan
Franck ve Hertz, deneysel çalışmalarıyla Bohr kuramını doğruladılar.
Bohr, hidrojenden daha karışık atom modellerini bir türlü geliştiremiyor
ve “Birden fazla elektronun bulunduğu atomlarda iç içe küreler vardır.
Herhangi bir elementin kimyasal özelliklerini belirleyen en dış küredeki
elektron içeriğidir” diyerek çok küreselliğe ilk işaret edenlerden biri
oluyordu. Bu düşünce Pauli sayesinde meyvesini verdi. Elektronun hem
parçacık (bohr’un fikri) hem dalga (Schrödinger’in düşüncesi) olarak
tanımlanması, 1927 yılında Bohr’u, bugün “tümlerlik” diye bilinen ilkeyi
önermeye zorladı. Bu, bir şeyin birbirinden tamamen bağımsız; fakat her
ikisi de kendi koşullarında geçerli, iki değişik biçimde kabul edilmesi
ilkesidir.

1920-1930 döneminde Bohr, bir özel bira şirketinin desteğinde Atom
Çalışmaları Enstitüsü’nü Kopenhag’da kurup yöneterek, (Joule zamanından
beri bira sanayinin kuramsal fiziğe en büyük katkısı) burayı kuramsal
fiziğin merkezi yaptı ve bilimsel yetenekleri Kopenhag’da toplayarak
adeta yeni bir “İskenderiye” oluşturdu. 1933 yılında Hitler Almanya’da
iktidara gelince, korku içindeki meslektaşları yararına elinden geleni
yaptı, özellikle Yahudi fizikçilerin güvenliğini sağladı. Bir toplantı
için 1939 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ni ziyareti sırasında
Hanh’ın “Uranyum, nötronlarla (on yıl kadar önce Chadwick’in bulduğu
yüksüz dolayısıyla nötron adı verilen parçacık) bombardıman edilirse
parçalanır (fission)” düşüncesini Lisse Meitner’in açıklayacağını
söylemesi üzerine toplantı dağıldı ve bilim adamları bu düşünceyi
sınamak üzere ülkelerine döndüler. Daha sonraları bu düşünce doğrulandı
ve olaylar hızla gelişerek atom bombasında doruk noktasına ulaştı.

Bohr, fisyon sürecine ait bir kuram geliştirmeye koyuldu. Bunda atom
çekirdeğinin sıvı damlası gibi davrandığını varsayıyordu. Bohr, bu
modelden yararlanarak, birkaç yıl önce Dempster’in bulduğu uranyum 235
izotopunun fisyona uğradığı sonucuna vardı ve bu çıkarımı kısa süre
sonra doğrulandı.

Danimarka, 1940 yılında işgal edilince Chadwick’in önerisine uyarak ve
bin bir güçlükle İsveç’e kaçtı, böylece muhakkak bir tutuklanmadan
kurtuldu. Orada faaliyetlerini genişleterek, çoğu Yahudi bilim adamının
Hitler’in elinden kurtulmasını sağladı. Sonra küçük bir uçakla
İngiltere’ye geçerken yüksekten uçmak zorunluğu, neredeyse oksijensiz
kalıp ölümüne sebep olacaktı. Danimarka’dan ayrılmadan önce Franck ve
Lane’nin kendisine emanet ettikleri Nobel madalyalarını da birlikte aldı
(kendi madalyasını da Finli savaş kurbanlarına yardım için hibe
etmişti) ve asit dolu bir şişeye doldurarak Nazilerin elinden kurtardı.

1945 yılında Amerika Birleşik Devletleri’ne geçerek Los Alamos’daki atom
bombası projesinde çalıştı. Atom bombasının sonuçları hakkındaki
endişeleri ve uluslar arası denetim amacıyla atom sırlarının bütün
müttefiklerce paylaşılması isteği Winston Churchill’i neredeyse
tutuklanmasını emredecek kadar kızdırmıştı. Savaştan sonra Kopenhag’a
döndü, asitte erittiği altını çöktürerek madalyaları yeniden döktürdü ve
sahiplerine ulaştırdı. Bohr, atom enerjisinin barışçı amaçlarla
kullanılması için durmadan, yorulmadan uğraştı ve 1955 yılında Cenova’da
ilk “Barış için Atom Toplantısını” düzenledi. Bu çabaları da “Barış
için Atom” armağanı ile ödüllendirildi.

-----------------------------------------------------------------------------

Michael Faraday


Fraday'ın babası Ingiltere'nin kuzeyinden 1791 başında Newington köyüne
iş aramak amacıyla gelmiş bir demirci idi. Annesi Faraday'ın zorluklarla
dolu çocukluk döneminde ona duygusal yönden büyük destek olmuş, sakin
ve akıllı bir köylü kadındı.Babaları çoğu zaman hasta olan ve iş
bulmakta zorluk çeken Faraday ve üç kardeşinin çocukluğu yarı aç yarı
tok geçti. Aile Sandemancılar adlı küçük bir hıristiyan tarikatının
üyesiydi.

Faraday yaşamı boyunca bu inançtan güç almış, doğayı algılama ve
yorumlamada bu inancın etkisi altında kalmıştır. Faraday çok yetersiz
bir eğitim gördü. Bütün eğitimi kilisenin pazar okulu'nda öğrendiği
okuma yazma ve biraz hesaptan ibaretti. Küçük yaşta gazete dağıtıcısı
olarak çalışmaya başladı. 14 yaşında çiftci çıragı oldu. Ciltlenmek
üzere getirilen kitapları okuyarak bilgisini genişletmeye başladı.
Encyclopedia Brtanica'nın üçüncü baskısındaki elektrik maddesinden
özellikle etkilendi. Eski şişeler ve hurda parçalardan yaptığı basit bir
elektrostatik üreteçten yararlanarak deneyler yapmaya başladı. Gene
kendi yaptığı zayıf bir Volta pilini kullanarak elektrokimya deneyleri
gerçekleştrdi.

Londra'daki Kraliyet Enstütüsü'nde Sir Humphrey Davy tarafından verilen
kimya konferansları için bir bilet elde etmesi Faraday'ın yaşamında
dönüm noktası oldu. Konferanslarda tutduğu notları ciltleyerek iş
isteyen bir mektupla birlikte Davy'ye gönderdi. Bir süre sonra
laboratuvara yardımcı olarak giren Faraday, kimyayı çağının en büyük
deneysel kimyacılarından biri olan Davy'nin yanında öğrenmek fırsatını
elde etmiş oldu. 1820'de Faraday, Davy'nin yanından yardımcılık
görevinden ayrıldı. Hans Christian Orsted, 1820'de bir telden geçen
elektrik akımının tel çevresinde bir magnetik alan oluşturduğunu
bulmuştu. Fransız fizikci Andre Marie Ampere tel çevresinde oluşan
magnetik kuvvetin dairesel olduğunu gerçektede tel çevresinde bir
magnetik silindir oluştuğunu gösterdi. Ve bu buluşun önemini ilk
kavrayan Faraday oldu.

Soyutlanmış bir magnetik kutup elde edilebilir ve akım taşıyan bir telin
yakınına konursa telin çevresinde sürekli olarak bir dönme hareketi
yapması gerekecekti. Faraday üstün yeteneği ve deneysel çalışmadaki
ustalığıyla bu görüşü doğrulayan bir aygıt yapmayı başardı. Elektrik
enerjisini mekanik enerjiye dönüştüren bu aygıt ilk elektrik motoru idi.
Faraday bu deneyleri gerçekleştrip sonuçlarını bilim dünyasına sunarken
elektriğin farklı biçimlerde ortaya çıkan türlerinin niteliği konusunda
kuşkular belirdi. Elektrikli yılan balığının ve öteki elektrikli
balıkların saldığı, bir elektrostatik üretecin verdiği bir pilden yada
elektromagnetik üreteçten elde edilen elektrik akışkanları birbirinin
aynı mıydı? Yoksa bunlar farklı yasalara uyan farklı akışkanlar mıydı?
Faraday araştırmalarını derinleştirince iki önemli buluş gerçekleştirdi.


Elektriksel kuvvet kimyasal molekülleri, o güne değin sanıldığı gibi
uzaktan etkileyerek ayrıştırmıyordu, moleküllerin ayrışması iletken bir
sıvı ortamdan akım geçmesiyle ortaya çıkıyordu. Bu akım bir pilin
kutuplarından gelsede, yada örneğin havaya boşalıyor olsada böyleydi.
Ikinci olarak ayrışan madde miktarı çözeltiden geçen elektrik miktarına
dorudan bağımlıydı. Bu bulgular Faraday 'ı yeni bir elektrokimya kuramı
oluşturmaya yöneltti. Buna göre elektriksel kuvvet, molekülleri bir
gerilme durumuna sokuyordu. 1839'da elektriğe ilişkin yeni ve genel bir
kuram geliştirdi. Elektrik madde içinde gerilmeler olmasına yol açar. Bu
gerilmeler hızla ortadan kalkabiliyorsa gerilmenin ard arda ve
periyodik bir biçimde hızla oluşması bir dalga hareketi gibi madde
içinde ilerler. Böyle maddelere iletken adı verilir.

Yalıtkanlar ise parçacıklarını yerlerinden koparmak için çok yüksek
değerde gerilmeler gerektiren maddelerdir. Sekiz yıl boyunca aralıksız
süren deneysel ve kuramsal çalışmaların sonunda 1839'da sağlığı bozulan
Faraday bunu izleyen altı yıl boyunca yaratıcı bir etkinlik gösteremedi.
Araştırmalarına ancak 1845'te yeniden başlayabildi. 1855'ten sonra
Faraday'ın zihinsel gücü azalmaya başladı.Ara sıra deneysel çalışmalar
yaptığı oluyordu. Kraliçe Victoria bilime büyük katkılarını göz önüne
alarak Faraday'a Hampton Court'ta bir ev bağışladı.

-------------------------------------------------------------------------------------

James Chadwick

Atomun parçalarından nötronu bulmasıyla tanınır.

İyi bir ilk ve orta eğitimden sonra Manchester üniversitesi fizik
bölümünden 20 yaşında mezun oldu. Verilen bir burstan yararlanarak ve
Geiger ile çalışmak amacıyla Almanya’ya gitti. Almanya savaşa girince
bir at ahırına kapatıldı. Fakat çeşitli Alman fizikçilerinin
yardımlarıyla 1919 yılında İngiltere’ye dönüp araştırmalarına başladı.
Rutherford ile birlikte çeşitli elementlerin alfa parçacıklarıyla
bombardımanı üzerinde çalıştı.

Bu deneylerden elde ettiği verileri atomların çekirdekleri üzerindeki
artı yükün hesabında kullandı. Aldığı sonuçlar Moseley’in geliştirdiği
atom numaraları kuramına uyuyordu.

1920 yılında atomun iki parçacığı olduğu biliniyordu: J.J. Thomson’un
bulduğu elektron ve Rutherford’un keşfettiği proton. Protonların tamamı
çekirdekteydi. Ama çekirdek atom kütlesinin çoğunu oluşturacak sayıda
proton içeriyorsa yükü büyük bir artı değerde oluyordu. Örneğin,
helyumun dört protonluk bir kütlesi vardı fakat yükü iki proton
karşılığı idi. O halde, çekirdekte geri kalan iki protonluk yükü
giderecek birkaç elektron bulunmalıydı. Fakat elektronlar çok hafif
parçacıklar olduklarından kütleyi etkileyemezlerdi. Hatta elektronlar,
protonları bir arada tutan “çimento” gibi düşünülüyordu. Çünkü elektron
olmadan aynı yükteki protonların bir arada duramayıp ayrılacakları
sanılıyordu. Bu görüşe göre, helyum çekirdeğinde dört proton ve iki
elektron bulunmalıydı ki kütlesi dört ve yükü net artı iki olsun.

Fakat fizikçilerin çoğu bu elektronlu çekirdekten rahatsız oluyor,
yüksüz bir parçacığın varlığından şüpheleniyorlardı. Bu düşüncelerle
Chadwick ve Rutherford gizemli parçacığı aramaya koyuldular fakat sonuç
alamadılar. Güçlük, yüksüz parçacıkların hava moleküllerini
iyonlaştırmamasıydı. Çünkü atomun parçacıklarının kolayca saptanması bu
iyonlaştırma sayesinde mümkün oluyordu.

1930 ve 1932 yıllarında Bothe ve Joliot-Currie’lerin yaptıkları
deneyler, berilyum gibi hafif elementlerin alfa parçacıklara tutulması
sonucu ışınma tespit ettiler. Bu, parafinden protonlar yayılmasından
anlaşılıyordu. Fakat hiç kimse bu olayı açıklayamadı.

Chadwick bu araştırmaları yeni deneyler yaparak sürdürdü. Ona göre akla
yakın tek açıklama, alfa parçacıklarının berilyum atomu çekirdeğinden
yüksüz parçacıkları çıkardığı ve bu yüksüz parçacıkların da (her biri
bir proton kadar kütleli) parafinden protonları dışarı atmasıydı.
Böylece, varlığından şüphelenilen yüksüz parçacık nötronu, bulmuş oldu.

Daha sonraki araştırmalar nükleer tepkimelerin başlamasında büyük rolü
olduğunu gösterdi. Buluşunun bu önemi dolayısıyla Chadwick 1935 yılı
Nobel fizik ödülünü aldı. O zamanlar uranyum fizyonunun da nötron
sayesinde başladığı henüz bilinmiyordu. Üç yıl sonra Hahn ve Meitner
bunu da bulup Chadwick’in buluşunun önemini bir daha gösterdiler.

Nötronun bulunmasıyla artık atom çekirdeğinde elektron bulunduğu görüşü
geçersiz oldu. Fakat bu kez Heisen Berg, çekirdeğin proton ve nötrondan
oluştuğunu ileri sürdü, yani helyum çekirdeği iki proton ve nötron
içeriyor böylece kütlesi dört ve yükü de artı iki oluyordu. Belli bir
elementin izotopları hep aynı sayıda proton içeriyor dolayısıyla
çekirdek çevresindeki elektron sayıları da eşit oluyordu. Elementlerin
kimyasal özelliklerinin elektronların sayı ve dizilişlerine bağlı olduğu
anlaşıldı. İzotoplar ise aynı elementin değişik sayıda nötron içermesi
sonucu oluşuyorlardı. Örneğin, iki cins klorin atomundan biri 17 proton
ve 18 nötronla 35 kütleli ve diğeri de 17 proton ve 20 nötronla 37
kütlelidir. Onun için birine klorin 35 ve diğerine klorin 37
denilmektedir. Bütün bu buluş ve çalışmalarla 20 yıl kadar önce Soddy ve
Asfon’un ortaya koydukları “izotoplar kuramı” bilimsel temele kavuşmuş
oldu.

Çekirdeğin proton ve nötrondan oluştuğu sonucuna varılması biri dışında
bütün kuşkuları gidermişti. Fakat hepsi artı yüklü parçacıkları bu kadar
dar bir yerde tutan neydi? Bu soruyu cevaplandırmak için üç yıl sonra
sonuçlanacak Yukawa’nın çalışmalarının sonuçlarını beklemek gerekiyordu.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ve Meitner’in fizyon olayını
açıklamasından hemen sonra fakat Amerika’nın el atmasından çok önce,
Chadwick İngiltere’nin Atom Bombası Projesi’nin başına geçti ve önemli
çalışmalar yaptı

---------------------------------------------------------------------------------

Andre Marie Ampere

Elektrik akım şiddeti birimine adını veren Fransız Matematik ve Fizik
Profesörü André - Marie Ampère’dir. Ampère’in deneysel araştırmaları
manyetizmanın yeni teorilerini ve elktrodinamiğin esaslarını
oluşturmuştur.

Elektrik akım şiddeti uluslararası birim sisteminin temel
büyüklüklerinden biri ve elektrik yükü taşıyıcılarının akı yoğunluğunu
gösteren bir ölçüdür. Bunun birimi kısaltılmış olarak A ile gösterilen
Amper’dir. Bu birime adını veren, elektrik akımı ile manyetizma
arasındaki ilişkiyi tespit ederek, elektrodinamiğin temelini oluşturan
Matematik ve Fizik Profesörü Fransız André - Marie Ampère’dir.

Elektrik akımı biriminin tarifi için içinden elektrik akımı geçen
iletkenleri birbirlerine çeken veya iten kuvvetten yararlanılır:

1 Amper (A), vakum içine paralel olarak yerleştirilmiş, birbirleri ile
aralarında 1 metre (m) aralık bulunan, doğrusal olarak sonsuza kadar
uzanan, çapları ihmal edilebilecek kadar küçük yuvarlak kesitteki
iletkenlerden zamana bağlı olarak değişmeden akan akımın, her metresinde
(m), 0,2 mikronewton’luk (µN) bir kuvvet oluşturan akım miktarıdır.

André - Marie Ampère, 22 Ocak 1775’de Lyon/Fransa’da bir tüccarın oğlu
olarak dünyaya geldi. Hiç okula gitmedi. Lyon yakınlarında
Poleymieux’deki evlerinde, babası tarafından eğitildi. Bu arada Ampère
çağdaş ve klasik eserleri de okuyarak kendini daha da geliştirdi. Babası
oğlunun matematik yeteneğini farkedince, onu bu yönde teşvik etti.
Ampère 12 yaşında A. Euler ve Bernoulli’yi, 18 yaşında Lagrange’ın
Analitik Mekaniğini okudu. Babası, 1793 yılında ihtilal çılgınlıkları
arasında idam edildi. Bu Ampère için ilk kader şokuydu. 1800 yılında
oğlu dünyaya geldi. Aynı yılda, Bourg Departement okulunda Matematik
öğretmenliği görevine getirildi.1803 yılında karısı öldü. Bu onda derin
bir depresyon yaratan ikinci bir kader şoku oldu. Ampère aynı yıl içinde
Lyon Lyceum’unda ve doğa bilimleri dersleri Profesörü olarak göreve
başladı ve 1804 yılında Paris Ecole Polytechnique’de Repetitor
(müzakereci) ünvanını aldı ve Collegè de France’da Matematik ve Fizik
Profesörü olarak dersler verdi. 1808 yılında Napoleon, Ampère’i
yaşamının sonuna kadar tüm Fransa’da seyahat etmesini gerektiren bir
göreve, Üniversiteler Genel Müfettişliği’ne atadı. Bu arada Tarih ve
Felsefe Fakültesi’nde felsefe dersleri de veriyordu. 1809 yılında
Titular Profesör (Ünvanını adı ile birlikte kullanma yetkisi olan
Profesör) ve 1814 yılında Bilim Akademisi üyesi oldu. 1807 yılında
Ampère ikinci kez evlendi. Ancak evlilik iki yıl sürdü. 1824 yılında
Collegè de France’ta Deneysel Fizik Profesörü olan Ampère, mesleki
kariyerinin zirvesine ulaştı. Ölüm onu Marsilya’ya yaptığı bir teftiş
seyahati sırasında 10 Haziran 1836 günü yakaladı. Ampère’in kemikleri
1869 yılında Paris’e getirilerek Montmartre Mezarlığına gömüldü.

Ampère her şeyden önce bir matematikçiydi. Henüz 13 yaşındayken koni
kesitleri üzerinde çalışmıştı. Daha sonraları olasılık hesapları üzerine
ve parsiyel diferensiyal denklemler üzerine temel düşünceleri ortaya
koymuştu. "Ampère Zincirleme Kanunu" daha sonraları Maxwell
denklemlerinin temelini oluşturmuştu. Büyük bir dahi bilim adamı olarak
kimya problemleri de onu yakından ilgilendirmişti. Ampère, atom teorisi
ve fiziksel kimyanın da öncüleri arasında sayılmaktadır. Ampère 1814
yılında, basınç ve sıcaklığın da eşit olması halinde, tüm gazların eşit
hacımlarda eşit sayıda moleküle sahip olacacakları hipotezini ortaya
koymuştu. Ampère’in, üç yıl önce İtalyan Fizikçi Kont Amedeo Conte di
Quaregna e Ceretto Avogadro’nun (1776-1856) aynı yasayı biraz değişik
bir biçimde dile getirdiğinden haberi yoktu. Ampère bir matematikçi
olarak, genel fizik yasalarını deneysel olarak ortaya koyup, formüllerle
tespit etme yeteneğine sahipti.

Danimarkalı fizikçi Hans Christian Oersted’in (1771-1851) buluşundan
hareketle, elektrik akımının, manyetizmanın nedeni olduğunu gördü.
Oersted’in deneylerini devam ettirdi. Ampère yer küresinin
manyetizmasının elektrik akımı geçen bir iletkeni etkilediğini
düşünüyordu. 1820 yılında şamandra kuralı olarak tanımlanan kuralı ve
Ampère’den bağımsız olarak bir kaç yıl sonra, Seebeck’in de açıkladığı
"Selonoid" in manyetik etkisini açıkladı. Aynı yıl Ampère içinden akım
geçen iki iletkenin, akımların yönü aynı olduğunda birbirlerini
çektiklerini ve aksi yönde olduklarında ittiklerini kanıtladı. Böylece,
daha sonraları elektrik motorlarının tasarımının gerçekleştirilmesini
sağlayacak olan, elektro-mıknatısın radyal hareket oluşturmasının temel
prensibi bulunmuş oldu.

Ampère daha sonra, 1822 yılında olayı matematiksel olarak tespit etti ve
elektrodinamiğin temel pransiplerini bilimsel olarak ortaya koydu. Bu
temel yasaya göre içinden akım geçen iki paralel iletkeni, akımların
yönlerine göre, iten veya çeken kuvvet, akım ile doğru, iletkenler
arsındaki mesafe ile ters orantılıdır. Ampère tarafından tespit edilen
elektrodinamiğin bu temel yasası, Charles Augustin de Coulomb’un
(1739-1806) elektrik yükleri ve Henry Cavendish’in (1731-1810) kitle ile
ilgili yasalarına çok benziyordu.

Ampère, akan elektrik akımının manyetizmin nedeni olduğunu bulduktan
sonra, atomların elektrik akımını taşıdıkları hipotezini ortaya koydu.
Bundan başka, malzemelerin moleküler ring akımlarına götüren, yumuşak
veya sert manyetik davranışlarını araştırdı. Ileri görüşlü bu dahinin
buluşu ancak 100 yıl sonra, malzeme yapı modellerinleri üzerinde yapılan
araştırmalarla, dairesel hareket eden elektronlar tarafından teyit
edildi.

Elektrodinamiğin esaslarını bulmanın yanısıra, Ampère ilk
elektromanyetik telgrafı da buldu. 2 Ekim 1820’de, elektrik akımı ile
hareket eden bir mıknatıslı iğne ile Lyon’da telgrafla haberleşmeyi
önerdi. Elektromanyetik endüksiyon onun tarafından değil, ancak 10 yıl
sonra İngiliz Michael Faraday (1791-1867) bulunduğu için, onun zamanında
elektrik akımının ve geriliminin ölçülmesi mümkün değildi. Ampère,
Galvanometre olarak tanımladığı bir akım gösterme cihazının yaratıcısı
olarak da tanınır. O aynı zamanda o zamana kadar tartışmalı olan Akım ve
Gerilim kavramlarını da yerleştirdi.

André-Marie Ampère 1820-1825 yılları arasındaki çalışmalarını, 1826
yılında "Elektrodinamik Oluşumların, Yalnız Deneylerden Türetilmiş
Matematiksel Teorileri Üzerine" adlı kitabında topladı. Bu ölümsüz doğa
bilimleri eseri günümüzde bilinen elektrotekniğin temelini oluşturdu.

André-Marie Ampère 10 Haziran 1836’da Marsilya’da (Fransa) 62 yaşında
öldü. Yaşamının son 7 yılında, onu kuvvetten düşüren, akciğer nezlesi
hastalığını çekti. Fakir ve yalnız olarak ziyaret ettiği Üniversite’yi
denetledikten 24 saat sonra ateş krizi bastı.

Dahi bir bilim adamı ve elektrodinamiğin kurucusu, André-Marie Ampère’in
çalışmalarının ödülü, adının günümüzde birçok ölçü aletinde,
cihazlarda, elektrik sayaçlarında, elektrik makinalarında, gemilerde ve
caddelerde adının okunması ve onun şerefine elektrik akımı birimine
adının konulmasıdır.

-------------------------------------------------------------------------

Ömer el-Hayyâm


Daha çok dörtlük biçiminde yazmış olduğu felsefî şiirlerle tanınan Ömer
el-Hayyâm (1045-1123), aynı zamanda matematik ve astronomi alanlarındaki
çalışmalarıyla bilimin gelişimini etkilemiş seçkin bir bilim adamıdır.

Matematiğe ilişkin araştırmaları özellikle sayılar kuramı ile cebir
alanında yoğunlaşmıştır. Eukleides'in Elementler'i üzerine yapmış olduğu
bir yorumda, işlemler sırasında irrasyonel sayıların da rasyonel
sayılar gibi kullanılabileceğini ilk defa kanıtlamıştır.

En değerli cebir yapıtlarından birisi olan Risâle fî'l-Berâhîn alâ
Mesâili'l-Cebr ve'l-Mukâbele'de (Cebir Sorunlarına İlişkin Kanıtlar)
denklemlerin birden fazla kökü olabileceğini göstermiş ve bunları, kök
sayılarına göre sınıflandırmıştır.

Bunun dışında, Ömer el-Hayyâm'ın üçüncü dereceden denklemleri de, terim
sayılarına göre tasnif ettiği ve her grubun çözüm yöntemlerini
belirlediği görülmektedir. Buna göre, üçüncü dereceden denklemler, üç
terimliler ve dört terimliler olarak ikiye ayrılır ve üç terimliler,

x3 + cx2 = bx
x3 + bx = cx2
cx2 + bx = x3
olarak ve dört terimliler ise,
x3 + cx2 + bx = a
x3 + cx2 + a = bx
x3 + bx + a =cx2
cx2 + bx + a = x3 ve
x3 + cx2 = bx + a
x3 + bx = cx2 + a
x3 + a = cx2 + bx

olarak sıralanır. El-Hayyâm üçüncü derece denklemlerinin aritmetiksel
olarak çözülemeyeceğine inandığı için, bu denklemleri koni kesitleri
yardımıyla geometrik olarak çözmüş, negatif kökleri, daha önceki
cebirciler gibi, çözüm olarak kabul etmemiştir.

Şimdi, x3 + cx2 = a denklemini nasıl çözdüğünü görelim: Yandaki şekilde,
AB = c ve H3 = a olsun. AB'nin uzantısı üzerinde BT = H alınsın ve
AB'ye B noktasından bir dikme çıkılsın. BC = H olsun ve BCDT k****i
tamamlansın. BCDT k****i üzerine H yüksekliğine sahip bir küp çizilsin. D
köşesinden, asimptotları BC ve BT olan EDN hiperbolü ve A köşesinden,
AT eksenli ve BC parametreli AK parabolü çizildiğinde, bu hiperbol ile
parabol kesişmek zorundadırlar. Kesişme noktaları E olsun. E'den AT ve
BC doğrularına iki dikme inilsin ve bunlar EZ ve EL olsun. Bu durumda x =
BZ olacaktır.

Kanıt : EZ2 = AZ . BC (parabolün özelliğinden) *

(AZ/EZ)=(EZ/BC)

EZ . BZ = BC . BT = BC2 (hiperbolün özelliğinden)

(BZ/BC) = (BC/EZ) olur ve ikinci ifadenin k****i alınırsa,

((BZ)2 /(BC)2) = ((BC)2 / (EZ)2) elde edilir.

AZ = BZ + AB olduğuna göre, BC3 = BZ2 (BZ + AB) = (BZ3 + BZ2). AB) elde
edilir. BC = H, H³ = a, AB = c olarak verildiğinden, a = (BZ3 + c . BZ2 )
bulunur. BZ yerine x konursa, orijinal denklem elde edilecektir;
öyleyse BZ = x olmalıdır.

Ömer el-Hayyâm'ın astronomi alanındaki çalışmaları da çok önemlidir.
Eskiden beri kullanılmakta olan takvimlerin düzeltilmesi için Selçuklu
Sultanı Celâleddin Melikşâh (1052-1092), 1074-1075 yılları civârında
İsfahan'da bir gözlemevi kurdurmuş ve başına da dönemin en ünlü
astronomlarından biri olan Ömer el-Hayyâm'ı getirmişti. Ömer el-Hayyâm
ile arkadaşlarının yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, daha önce
kullanılmış olan takvimleri düzeltmek yerine, mevsimlere tam olarak uyum
gösterecek yeni bir takvim düzenlemenin daha doğru olacağına karar
verilmiş ve bu maksatla gözlemler yapılmaya başlanmıştır. Gözlemler
tamamlandığında, hem Zîc-i Melikşâhî (Melikşâh Zîci) adlı zîc ve hem de
et-Târîhu'l-Celâlî denilen Celâleddin Takvimi düzenlenmiştir (1079).
Celâleddin Takvimi, bugün kullanmakta olduğumuz Gregorius Takvimi'nden
çok daha dakiktir; Gregorius Takvimi, her 3330 yılda bir günlük bir hata
yaptığı halde, Celâleddin Takvimi 5000 yılda yalnızca bir günlük hata
yapmaktadır.



---------------------------------------------------------------------------------

Descartes


Modern felsefenin ve analitik geometrinin kurucusu olan Descartes (1596 -
1650) için de, Bacon'da olduğu gibi, amaç doğayı egemenlik altına
almaktır. Çünkü insan ancak o zaman mutlu olabilir. Fakat doğa,
skolastiğin sağladığı bilgilerle egemenlik altına alınamaz. Böylece
Descartes'ın da skolastiğin insanı yanlışa götürdüğünü düşündüğü
anlaşılmaktadır. Ona göre, bunun iki nedeni vardır.

1-Skolastiğin kavramları açık ve seçik değildir.
2-Bu yöntem doğru bilgi elde etmeye uygun değildir.

Böylece Descartes yeni bir yönteme gereksinim olduğunu belirtir. Çünkü
ona göre doğruyu yanlıştan ayırt etme gücü, yani akıl (sağduyu) eşit
olarak dağıtılmıştır. O halde bu kadar yanlış bilginin kaynağı akıl
olamaz. Böylece Descartes, insanların yanlışa düşmelerinin tek nedeninin
doğru bir yönteme sahip olmamaları olduğu sonucunu çıkarır.

Bundan sonra yöntemini kurmaya çalışan Descartes, öncelikle bu konuda
kendine nelerin yardımcı olacağını araştırır ve iki şeyin bulunduğuna
karar verir:
1-Klasik mantık
2-Eskilerin kullandığı Analiz

Descartes, eskiden beri kullanmakta olan bu iki yöntemden klasik
mantığın, bilinenleri başkalarına öğretmekte, genç zekaları
çalıştırmakta ve onlara bir disiplin kazandırmakta yararlı olduğunu,
ancak yeni bir bilgi elde etmekte işe yaramadığını belirtir. Çünkü ona
göre, bu mantıkta biçim ve içerik ayrılmıştır. Oysa ki bilgide biçim ve
içerik iç içedir.

Eskilerin kullandığı analize gelince, Descartes, Platon'dan beri
eskilerin matematiğin en yalın bilim olduğunu ve diğer bilimlerin
temelinde yer aldığını, fakat kendi dönemindeki matematiğin bu
özellikten yoksun bulunduğunu belirtir. Bunun üzerine eskilerin
matematik çalışmalarını incelemeye koyulur ve Papus'un Matematik
Koleksiyonları adlı kitabında kanıtlamanın iki boyutundan söz edildiğini
belirler. Bunlar analiz ve sentezdir.

Descartes bu iki yoldan analizin daha doğru olduğuna karar verir.
Matematikle ilgili çalışmaları sonucunda da analitik geometriyi bulur.
Burada esas olan bir cebir denkleminin bir geometrik şekille
anlatılmasıdır. Descartes'ın bu önemli buluşundan sonra diğer önemli bir
katkısı da geometri ile cebir arasında kurduğu paralelizmin aynı
şekilde matematik ve diğer bilimler arasında da kurulabileceğini
belirtmesidir. Çünkü ona göre her hangi bir bilimde bir şeyi bilmek
demek aslında sayı ve ölçüden başka bir şey değildir. Bundan dolayı da
bütün bilimlerde tek bir yöntem uygulamak olanaklıdır. Bu da
matematiksel yöntemdir. Böylece ilk defa bütün bilimlerin yönteminin tek
bir yöntem olduğu belirtilmiştir. Bu nedenle Descartes'ın yöntemine
evrensel matematik yöntem denmiştir.

Descartes bu yöntemini dört kuralla temellendirmiştir.
1-Apaçıklık Kuralı: Doğruluğu apaçık bilinmeyen hiçbir şeyi doğru olarak
kabul etmemek, yani acele yargılara varmaktan ve ön yargılara
saplanmaktan çekinmek, yargılarda ancak kendilerinden kuşkulanılmayacak
derecede açık ve seçik olarak kavranılan şeyleri bulundurmak.

Bu kuralda dikkat çeken en önemli yön insanın bir konuyu araştırmaya
başlarken, ön yargısız davranmasının gerekliliğidir. Bu ise oldukça
zordur. Çünkü insan hem doğuştan getirdiği, hem de yaşamı boyunca
edindiği pek çok ön yargıya sahiptir. Bunu aşmak ise çok zordur. Ancak
Descartes bunun için yöntemsel kuşkuculuk'u önerir

Bu yöntemin esası, sağlam bir nokta buluncaya kadar sezişle apaçık
olarak kavranılamayan her şeyden kuşku duymaktır. Bu yönüyle
kuşkucuların yöntemlerinden tamamen farklı olan yöntemsel kuşkuculuk,
Descartes'ın deyimiyle, gerçeği, yani kayayı bulmak için gevşek toprak
ve kumu atmak amacına dayanır. Böylece elde edilen bilgi artık
kendisinden kuşku duyulmayan, apaçık olarak kavranılan, doğruluğuna
güvenilen bilgi olacaktır.

2-Analiz Kuralı: Bu kural incelenecek problemlerden her birini,
olanaklar ölçüsünde ve daha iyi çözümlemek için gerektiği kadar
parçalara ayırmayı belirtir, yani karmaşık ve karanlık olan
önermelerden, basamak basamak daha yalın önermelere inmek ve daha sonra
bu yalın önermelerden başlayarak daha karmaşıkların bilgisini elde
etmektir.

3-Sıra Kuralı: En yalın ve bilinmesi en kolay şeylerden başlayarak,
tıpkı basamak basamak bir merdivenden çıkar gibi, derece derece daha
karmaşık olanların bilgisine yükselirken, doğaları gereği ard arda
sıralanmayan şeyler arasında bile bir sıra olduğunu öngörerek düşünmeyi
yürütmektir.

4-Sayış kuralı: Bu kural hiçbir şeyin unutulup atlanmadığından emin
olmak için, her yönden tam sayış ve genel tekrar yapmayı belirtir.
Burada dikkat edilmesi gereken dört nokta vardır. Sayışın sürekli,
kesiksiz, yeter ve sıralı olması.

Descartes'ın bu analiz ağırlıklı, yöntemsel kuşkuculuğa dayanan yöntemi,
felsefe için gerçekten çok yenidir. Bu anlamda o, modern felsefenin
kurucusu kabul edilmiştir. Ancak onun bu başarısını bilimde de
gösterdiğini söylemek zordur. Çünkü bilim anlayışında önemli yanlışlar
vardır. Aslında bilimlere matematiğin uygulanabileceğini belirtmesi
önemlidir. Örneğin fiziği matematiğe, daha doğrusu geometriye
indirgemeye çalışması yanlıştır. Çünkü modern bilim anlayışında
bilimlerin inceleme alanlarını geometrik nesnelere indirgemek, yani
yalnızca yayılım olarak düşünmek olanaksızdır. Bundan dolayı da,
Descartes'ın anladığı anlamda matematiksel yöntem bilimlerde başarıyla
uygulanamaz.

Bilimin yöntemi ve kartezyen felsefe sistemiyle ünlü olan Descartes,
aynı zamanda büyük bir matematikçidir. Cebirsel işlemleri geometriye
uygulayarak analitik geometriyi kurmuştur. O zamana kadar geometri ve
cebir problemleri kendi özel yöntemleri ile ayrı ayrı çözülmekteydi.
Ancak Descartes, cebir ve geometri arasındaki bu mesafeyi ortadan
kaldıran, cebiri geometriye uygulayan genel bir yöntem ileri sürdü.
Descartes'ın bu yönteminin iki amacı vardı:

1. Cebirsel işlemlerle, geometriyi şekil kullanımından kurtarmak.
2. Cebir işlemlerine geometrik yorumlarla anlam kazandırmak.
Descartes bu bağlamda, ilk defa koordinat geometrisi fikrini şekil de
görüldüğü gibi ifade etti.

Buna göre, ox ve oy doğruları, o noktasında (orijinde) birbirlerini dik
olarak keserler. Bu doğrular, aynı düzlemde bulunan bir P noktasının
konumunu belirlemek için eksenler olarak kullanılır. P noktasının
konumu, eksenler üzerinde OM=x ve PM=y uzaklıkları ile belirlenir. Yani
P(x,y) noktasının tanımlanabilme koşulu x ve y gibi iki parametre
yardımıyla sağlanmaktadır. x ve y uzaklıklarına P noktasının
koordinatları denir. x ve y arasındaki farklı münasebetler aynı düzlemde
farklı eğrilere tekabül eder. Böylece, eğer y, x ile orantılı olarak
büyürse, yani y=kx olursa, bir doğru parçasını ve y=kx2 olursa, bir
parabolü temsil eder. Bu tür denklemler cebirsel olarak çözülebilir ve
bulunan neticeler geometrik olarak yorumlanabilir. Bu şekilde, daha önce
çözülemeyen ya da çok güçlükle çözülebilen pek çok fizik probleminin
çözümü bundan sonra (örneğin Newton'da) mümkün olmuştur.

Descartes bütün fiziğin bu şekilde geometrik ilişkilere
indirgenebileceğini düşünerek, bütün evreni matematiksel olarak
açıklamaya çalışmıştır.

Descartes fizik ve evrenbilimle de ilgilenmiş ve 1644 yılında
yayımladığı Principia Philosophia (Felsefenin İlkeleri) adlı Latince
yapıtında ileri sürmüş olduğu Çevrimler Kuramı ile Newton'dan önce
evrenin yapısı ve işleyişine ilişkin mekanik bir açıklama getirmişti; bu
yapıt, daha sonra Fransızca'ya çevrildi ve Avrupa düşüncesi üzerinde
çok etkili oldu.

Aristotelesçi hareket düşüncesi, gezegenleri yöneten gücün, aynı zamanda
onları ileriye doğru sürükleyen güç olduğunu benimsiyordu. Aslında
Yunan Mitolojisi'ne, yani bir savaş arabası ile atlarla donanmış Apollon
(Güneş) tasarımına dayanan bu inanç Hıristiyan Mitolojisi tarafından da
benimsenmiş, ancak atların yerine meleklerin gücü geçirilmişti. Diğer
taraftan 16. yüzyılın önde gelen gökbilimcilerinden Tycho Brahe ve
yandaşları, Aristotelesçi Evren Kuramı'na sonradan eklenen ve
gökcisimlerini taşıdıklarına inanılan saydam ve katı kürelerin
bulunmadığını gözlemsel olarak kanıtlamışlar ve böylece büyük bir
sorunun doğmasına sebebiyet vermişlerdi: Şâyet gökcisimlerini saydam ve
katı küreler taşımıyorsa, ne taşıyordu? Mekanik oluşumları, maddenin
madde üzerindeki etkisiyle açıklamak gerektiğini düşünen Descartes,
uzayın boş olmadığı görüşüyle birlikte, bir cismin devinebilmesi için
gerekli olan kuvvetin başka bir cisim tarafından sağlanması gerektiği
görüşünü de gelenekten almıştı; fakat artık atları ve melekleri
kullanmıyordu. Bütün gezegenlerin, akışkan özdekle dolu bir uzayda
oluşan çevrimlerin, yani girdapların veya hortumların merkezinde
bulunduğunu savunuyordu. Bu çevrimlerin dönüşü, merkezlerinin yakınında
çok hızlıydı ve gezegenlerin eksenleri çevresinde dönmelerini
sağlıyordu. Çevrimlerin dış kısımları ise, gezegenlerin sahip oldukları
uyduları dolandırıyordu. Yerel gezegensel çevrimler, merkezinde Güneş'in
bulunduğu daha geniş bir çevrimin içine oturmuştu; öyle ki bu çevrim,
gezegenleriyle birlikte diğer çevrimlerin düzenli bir biçimde Güneş'in
çevresinde dolanmasını sağlıyordu.

Bu kuram çok akıllıca ve ilk bakışta çok çekiciydi; çünkü başka
olguların yanında Yersel dönüş sırasında neden güçlü hava akımlarının
oluşmadığını ve küçük cisimlerin neden Yersel çevrim merkezine doğru
gittiklerini veya düştüklerini açıklayabiliyordu.

Bir varsayım, öndeyilerinin doğruluğu ile yargılanmalı ve
değerlendirilmelidir. Descartes'ın varsayımının güçsüzlüğü, matematiksel
olarak işlenememesi ve bu nedenle yeterli düzeyde denetlenememesi ve
sorgulanamamasından kaynaklanıyordu; ama matematiksel olarak
gösterilemediği için denetlenmesi ve sınanması olanaksızdı. Akışkanların
devinimine ilişkin sorunlar, 17. yüzyıl matematiğinin dışında
kalıyordu. Descartes'ın varsayımından yararlanarak, Güneş'e daha yakın
olan gezegenlerin daha hızlı hareket etmeleri gerektiğini öngörmek
olanaklıydı; fakat gezegenlerin uzaklıkları ile dolanım süreleri, yani
periyotları ararsında bulunması gereken kesin ilişkiyi ve bağlantıyı
öngörmek olanaksızdı. Ayrıca, karmaşık bir çevrimler dizgesinde, bir
gezegenin çizdiği yörüngenin biçimini öngörmek de mümkün değildi.
Gezegen devinimlerine ilişkin yasalar, Kepler tarafından matematiksel
bir kesinlikle ortaya konulmuştu ve artık Kepler Yasaları'nın
kendisinden çıkarsanacağı doyurucu bir mekanik kurama gereksinim
duyulmaktaydı; bulanık ve niteliksel bir biçimde gezegen devinimlerinin
temel özellikleriyle ilgilenen kuramlar, artık ömürlerini
tamamlamışlardı.


---------------------------------------------------------------------------------


Nicolaus Copernicus


Nicolaus Copernicus 1473 yılında Torun'da doğmuştur. Cracow, Bologna,
Padua ve Ferrara üniversitelerinde teoloji, hukuk ve tıp öğrenimi
görmüş, eğitimini tamamladıktan sonra Frauenburg Katedrali'ne papaz
olarak atanmıştır. Ancak Copernicus öncelikle astronomiye ilgi
duymuştur; üniversite yıllarında İtalya'nın ünlü astronomlarıyla
tanışmış ve onlardan almış olduğu derslerle bu alandaki bilgisini
geliştirme olanağı bulmuştur.

Copernicus, Güneş merkezli gök sisteminin kurucusudur; Güneş'in evrenin
merkezinde bulunduğunu ve Yer'in bir gezegen gibi, Güneş'in çevresinde
dolandığını savunan bu sistemi, 1543 yılında basılan, Gök Kürelerinin
Hareketi adlı ünlü kitabında bütün yönleriyle açıklamıştır. Bu yapıt iki
ana bölümden oluşur. Birinci bölümde sistemin ana hatları tanıtılmış ve
ikinci bölümde ise ayrıntılara inilmiştir.

Copernicus sisteminde, merkezde Güneş bulunur ve sırasıyla Merkür,
Venüs, Yer, Mars, Jüpiter ve Satürn gezegenleri, Güneş'in çevresinde
dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla dolanırlar; Ay, bir gezegen
değil, Yer'in çevresinde devinen bir uydudur. Satürn gezegeninden sonra,
bütün gezegenleri kuşatan ve hareketsiz olan sabit yıldızlar küresi
gelir. Gece ve gündüzler, Yer'in ekseni etrafındaki dönüşlerinden,
mevsimler ise Yer'in Güneş çevresindeki dolanımlarından meydana gelir.

Gök Kürelerinin Hareketi'nin yayınlanması Avrupa'da büyük bir heyecan
yaratmamış, astronomlar da dahil olmak üzere pek az kişi bu yapıtın
değerini kavramıştır. Genellikle kitapta tasvir edilen sistem, gezegen
kataloglarının hazırlanmasına yardımcı olacak yeni bir yöntem olarak
benimsenmiştir.

Erasmus Reinhold (1511-1553) 1524'de, yani daha Copernicus'un yapıtı
basılmadan önce, Güneş merkezli sistemi yeni bir çağın başlangıcı olarak
karşılamış ve hemen bu sistemi temele alan ve Tabulae Prutenica olarak
tanınan bir gezegen katalogu hazırlamıştı. Bu katalog, o dönemde
kullanılmakta olan Alfons kataloglarına göre daha başarılı sayılsa da,
umulanı verememişti.

Bazı astronomlar ise Copernicus'tan çok daha ileri gitmişlerdi. Battista
Benedetti (1530-1590) gezegenlerin meskun olabileceğini söylüyordu.
Giordano Bruno (1548-1600) ise, Güneş'in rotasyon hareketi yaptığını,
kutuplarda basık olduğunu, sabit yıldızların birer Güneş olabileceğini,
evrenin sonsuz olduğunu ileri sürmüştü; bilindiği gibi, sonradan bu
görüşlerin çoğu doğrulanacaktı. Ancak Bruno, Aristoteles ve Batlamyus
kozmolojisine dayanan kilise öğretisine karşı geldiği için dinsizlikle
suçlandı ve 1600 yılında bu görüşlerinden ötürü yakıldı.

Dini çevreler Copernicus'u hoşgörü ile karşılamıyorlardı. En sert
tepkiler Protestanlardan gelmişti; Papa'yı İncil'e sadakat göstermemekle
suçluyorlardı. Bunların başında Luther ve Melanchton geliyordu. Böyle
bir ortam Copernicus ile İncil'i uzlaştırma çabalarına yol açtı. Bir
İspanyol İncil'deki şu cümleye dayanarak Yer'in hareketini kabul
etmişti: "Kim Yer'i yerinden oynattı ve bunun etkisiyle sütunlar
sarsıldı."

Bruno'nun yakılmış ve Galilei'nin engizisyon tarafından cezalandırılmış
olmasının etkisi çok büyük olmuştu. Nitekim Pierre Gassendi kutsal
kitapla uyuşmuş olsaydı, Copernicus sistemini tercih edebileceğini
söylüyordu.

Copernicus'un yapıtı ve Copernicus sistemini konu alan kitaplar, 1882
yılına kadar kilisenin yasakladığı kitaplar listesinde yer aldı ve bu
tarihte Kardinaller Meclisi, Katolik çevrelerinde Copernicus'un
okutulabileceğini ilan etti.

Yeni sistemin bazı soruların yanıtını verememesi, yayılmasını ve
gelişmesini engelleyen en önemli etkenlerden biriydi. Bu konudaki
tartışmalar, Galilei'nin modern fiziğin temellerini atmasıyla son buldu.
Böylece düşünce tarihinde, yeni atılımlara sahne olacak, yepyeni bir
ufuk açılmış oldu.

Gök Kürelerinin Hareketi'nin 1543 yılında yayımlanması Rönesans'ın en
önemli olaylarından biridir. Bunun özellikle astronomideki ve genellikle
doğa bilimlerindeki ve tüm insan düşüncesindeki etkileri çok derindir.
Her ne kadar bazı noktalarda eskiye bağlı kalmışsa da Kant'ın
(1724-1804) belirttiği gibi, getirmiş olduğu görüş kökten bir
değişikliğin sembolüdür. Bu yüzden bilim tarihi açısından bu yapıt
Ortaçağ ile Yeniçağ'ı birbirinden ayıran gerçek bir hudut taşı olarak
kabul edilir.

Copernicus'ten önce de Güneş merkezli sistemi ortaya koyanlar olmuştu,
ama bunların hiç birisi Copernicus gibi etkili olamamıştır. Copernicus
temel prensiplerini ortaya koyduktan sonra yaşamının hemen hemen otuz
yılını bunu bir hesaplama sistemi haline getirme çabasıyla geçirmiştir.
Sonunda çok eleştirildiği gibi karmaşık da olsa, hattâ Batlamyus'tan
daha başarılı olmasa da, Yer merkezli sistemin karşısına, aynı ayrıntılı
hesaplama olanağına sahip bir ikinci sistemi koyabilmiştir.
Almagest'ten hesaplama tekniğini, gözlem sonuçlarını almasına rağmen,
Ortaçağ bilimine en büyük darbeyi indirmiş, modern astronomiye, modern
fiziğe giden yolu açmış, kuşkusuz Yeniçağ'ın öncüsü adını almaya hak
kazanmıştır.


---------------------------------------------------------------------------------


Fârâbî

Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük
görevler yapmış olan Türk filozoflarının ve siyasetbilimcilerinden
Fârâbî'nin (874-950), fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli
çalışması, Boşluk Üzerine adını verdiği makalesidir. Fârâbî'nin bu
yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul
etmediği anlaşılmaktadır.

Fârâbî'ye göre, eğer bir tas, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya
gelecek biçimde batırılacak olursa, tasın içine hiç su girmediği
görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun
içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından
bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin
içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur.

Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya
doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açıklamak olanaklı değildir.
Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya
doğru olması gerektiğini söylemiştir. Boşluk da olanaksız olduğuna göre,
bu olgu nasıl açıklanacaktır? Bu durumda Aristoteles fiziğinin
yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen
ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya
çalışmıştır. Bunun için iki ilke kabul eder:

1. Hava esnektir ve bulunduğu mekanın tamamını doldurur; yani bir kapta
bulunan havanın yarısını tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabın
her tarafını dolduracaktır. Bunun için kapta hiç bir zaman boşluk
oluşmaz.

2. Hava ve su arasında bir komşuluk ilişkisi vardır ve nerede hava
biterse orada su başlar.

Fârâbî, işte bu iki ilkenin ışığı altında, suyun şişenin içinde
yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki
havanın doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk
ilişkisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu
bildirmektedir.

Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini eleştirerek
düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir; çünkü havanın neden
doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır. Bununla birlikte,
Fârâbî'nin bu açıklaması, sonradan Batı'da Roger Bacon tarafından
doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır
biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir.


---------------------------------------------------------------------------------

Thales

Bu okulun ilk temsilcisi olan Thales M.Ö. 624 yılında doğmuş ve M.Ö. 548
yılında ölmüştür. Varlıklı bir tacirdi. Yunanlı yedi bilgeden birisi
olarak kabul edilmekteydi. Thales ile ilgili şu hikaye kayıtlara
geçmiştir. Lidyalılarla Persler arasında uzun süren bir savaş sırasında,
28 Mayıs 585 tarihinde, Güneş'in tutulacağını önceden bildirmiş ve bu
olaydan çok etkilenen iki kral derhal bu savaşa son vermişlerdir. Bu
hikaye, ilk bakışta inanılmaz gibi görünmekteyse de, şu noktayı göz ardı
etmemek gerekir: Babilliler, Güneş tutulmasını önceden bildirme
olanağını veren Saros Periyodu'nu biliyorlardı. Söylendiğine göre,
Thales Mısır'a gittiğinde bunu öğrenmişti. Ayrıca Mısır'da 603 yılındaki
Güneş tutulmasını ya bizzat görmüş ya da Mısırlılardan işitmişti. 18
yıl 11 gün sonra, başka bir tutulmanın daha olacağı hesaplanabilirdi ve
bu tutulma da 585 yılına rastlıyordu.

İlk Yunan matematikçisi Thales'tir. Proklos, Thales'e ilişin olarak
şunları söyler :

"İlk önce Mısır'a gitti ve bu çalışmaları (geometriyi) Yunanlılara
tanıttı. Bizzat kendisi, pek çok temel önerme keşfetti; diğer
prensiplerin ışığı altında, onları kendisinden sonra gelenlere öğretti.
Onun yöntemi daha genel (daha kuramsal ve daha bilimsel), diğerlerinin
yöntemleri ise daha emprikti."

Thales'le birlikte geometri ilk defa dedüktif (yani tümdengelimsel) bir
bilim dalı haline geldi. Buna ilişkin olarak Plutarkos, Yedi Bilge adlı
yapıtında şunları söyler :

"Görünen şudur ki Thales, aklıyla pratik yararın ötesine geçip, akıl
yürütmeye girişenlerden birisidir. Geri kalanlar aklın ününü, politikada
arayanlardır."

Thales'in bir piramidin yüksekliğini nasıl ölçmüş olduğuna ilişkin
söylentiler çok değişiktir. Bunlardan en yalını Aristoteles'in bir
öğrencisi olan Hieronymus'a aittir. Onun açıklamaları, Diogenes Laertius
tarafından şöyle anlatılır :

"Hieronymus, Thales kendi gölgesinin, kendi boyuna eşit olduğu anda,
piramidin gölgesini ölçerek yüksekliğini bulmuştur demektedir."

Bu yaklaşımıyla, Thales bir cismin gölgesinin, kendi boyuna eşit olduğu
bir anda, diğer bütün cisimlerin gölgelerinin de, kendi boylarına eşit
olacağı sonucuna ulaşmış oluyordu. Thales'in kullandığı bu yöntem,
Mısırlıların kullandıkları se get hesabından başka bir şey değildir. Bu
yöntem 57 numaralı Ahmes papirüsünde açıklanmıştır.

Thales, bir geminin kıyıdan ne kadar uzak olduğunun ölçülmesi ile de
ilgilenmiştir. Bu ölçümü, iki dik üçgenin kenarları arasındaki orantıdan
yararlanarak yapmıştır. B, şekildeki (şekil 4) kulenin tabanı, C ise
gemi olsun. Bir kimse kulenin tepesinde, elinde birbirini dik açıyla
kesen bir araç bulundursun. Onun bir kenarı olan AD, Yer'e dik bir
konumda bulunsun. AE kenarı ise gemi yönünde olsun. Sonra öyle bir
gözlem noktası saptansın ki, bu noktadan C gemisi görülebilsin. AC
doğrusu, E noktasında, aracın yatay kolunu keser. AD = 1, DE = m ve BD =
h denilecek olursa, BC doğrusu, yani geminin karaya olan uzaklığı, BC =
(h * 1) . m / 1 olur.

(Thales teoremi uygulanarak BCE=ADB, BC = (AD / DB). DE elde edilir.)



Aşağıdaki geometrik öneriler ona atfedilmektedir :
1. Yarıçap, daireyi iki eşit parçaya böler.
2. İkizkenar bir üçgenin tabanına komşu olan açılar eşittir.
3. İki doğru kesiştiğinde karşıt açılar eşittir.
4. Yarım daireyi gören açılar diktir.
5. İkişer açısı ve birer kenarları eşit olan üçgenler birbirlerine
eşittir.

Thales, eşit açı yerine benzer açı deyimini kullanmaktadır; bundan da
açıyı nicel bir büyüklük olarak değil, bir şekil olarak düşündüğü sonucu
çıkmaktadır.

Bunların kanıtlamalarını yapabiliyor muydu? Eşit oldukları sonucuna
nasıl ulaşmıştı? Bu soruların yanıtını bulmak olanaksızdır. Ancak
tarihte geometrik önerilerin gerekliliğine inanan ilk kişi Thales'tir.

Thales aynı zamanda astronomiyle de ilgilenmiş ve tarih kitaplarına ilk
Yunan astronomu olarak geçmiştir. Gökyüzündeki yıldızları gözlemlerken
bir kuyuya düştüğünü herkes bilir. 28 Mayıs 585 yılında gerçekleşen
Güneş tutulmasını daha önceden tahmin etmiş olmasına rağmen, Yer'in bir
disk biçiminde olduğunu düşündüğünden, Ay ve Güneş tutulmalarının
nedenlerini bilmesi olanaksızdı.

Mısırlılardan yılın 365 gün olduğunu öğrenmişti. Kuzey yönünün
bulunmasında Küçük Ayı'nın kullanılabileceğini biliyordu ve Yunan
gemicilerine Küçük Ayı takım yıldızını gözlemleyerek seyahat etmelerini
önermişti. Nitekim denizci bir millet olan Fenikeliler de Büyük Ayı'yı
kullanıyorlardı.

Thales her şeyin aslının su olduğunu söylüyordu; su, katı, sıvı ve gaz
olmak üzere üç durumda bulunabilirdi. Suyun olmadığı yerde hayatın da
olmayışı, bu maddenin aslî oluşunun en güçlü kanıtlarından biriydi.
Thales, bu görüşleri ve Homeros'un hikayelerini bir yana bırakan
gözlemsel düşünceleri nedeniyle bilimin doğuşunda önemli bir rol
oynamıştır.

Aristoteles'e göre, Thales, mıknatısın demir tozlarını çekmesi nedeniyle
canlı olduğuna inanıyordu. Nasıl bir yorum getirirse getirsin,
mıknatıstan söz eden ilk kişi de Thales'ti.


---------------------------------------------------------------------------------

Sokrates

Bütün insanlık tarihinin en saygın kişilerinden birisi olarak tanınan
Sokrates de aslında bir sofisttir. Atina'da doğmuş (M.Ö. 470) ve iyi bir
eğitim görmüştür. Babası, onu kendi mesleğinde, yani bir heykeltıraş
olarak yetiştirmek istediği halde, Sokrates felsefeye ilgi duymuştur.
Meydanlarda, tiyatrolarda ve yollarda felsefî tartışmaların yapıldığı
bir ortam içinde böyle bir istek gayet doğaldı. Sokrates, aritmetik,
geometri, astronomi ve politikaya ilişkin yeterli düzeyde bilgiye
sahipti. Çok basit bir yaşam sürmüştü. Her ne kadar görüşlerinin çok
etkili olduğu kabul edilmişse de, hiçbir yapıt kaleme almamıştır. Onu
iki öğrencisi, Platon ve Ksenofanes'in yazdıklarından tanımaktayız.

Sokrates diğer sofistlerden çok farklıydı. Düzenli bir öğretim yapmıyor
ve öğrencilerinden ücret almıyordu. "Kendini bil!" ilkesi doğrultusunda,
düşünürlerin bakışlarını evrenden insana çevirmişti. Evreni
anlamlandırmadan önce kendimizi anlamlandıralım; "Biz kimiz?" bu sorunun
yanıtını verelim diyordu. Bu nedenle, yalnızca bir tarlayı ölçebilecek
düzeydeki geometri bilgisini yeterli buluyor, daha zor matematik
problemleriyle uğraşmanın yararsız olduğuna işaret ediyordu. Ona göre,
insanlara, pratik ahlak kurallarını öğretmek daha isabetli olacaktı.
Böylece Sokrates, kuramsal bilim ve uygulamalı bilim tartışmasını da
açmış oluyordu.

Sokrates ilk anlambilimcidir; anlamları belirlenmemiş kavramların ve
terimlerin kullanılmasının sakıncalarına temas etmiştir. Her çeşit
bilgide, kavramların ve terimlerin açık ve seçik bir biçimde
tanımlamalarının yapılması gerektiğini savunmuş olması, dolaylı yoldan
da olsa, bilimin ilerlemesine küçümsenemeyecek ölçüde katkıda
bulunmuştur.


------------Alıntıdır.-------------
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
https://kefalet.yetkin-forum.com
 
Ünlü Bilim Adamları-Bölüm2-
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Ünlü Bilim Adamları-Bölüm1-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
KeFaLeT Forum :: ]|I{•------» (Genel Kültür Bölümü) «------•}I| :: Biyografi Bölümü :: Bilim Adamları Biyografi-
Buraya geçin: